“Her türlü bilinç geliştirmenin kökü duygudadır. Duygu olmadan karanlık aydınlatılamaz ve boşluktan hareket yaratılamaz.“
Carl Jung, Psikiyatr
Çağımızda düşünce mi yoksa hisler mi daha çok el üstünde tutulmaktadır?
Her iki yönde de örnekler bulunabilecekse de kanımca terazinin ağır gelen kefesi, fikirdir. Baktığımızda, eğitim ve öğretimde başarı genellikle analitik düşünme odaklı standart testler üzerinden ölçülür. Ticarette ve kamu yönetiminde kararların ezici çoğunluğu veriler, analizler ve stratejik planlara dayalı olarak verilir. Beyaz ekranda bile, Sherlock Holmes, Spock, Dr. House gibi, bilişsel zekaları (IQ) ile öne çıkan karakterler ilgiyle takip edilir.
Oysa Jung’un işaret ettiği gibi, insanın özünü, çevresini, olayları ve bunların bütünü olan hayatı anlamlandırmasında duyguların es geçilemez bir rolü vardır. Belki de bu bilinçle, özellikle çocukların kulağına kar suyu kaçırmak (ve tabi ki bu fikri bile parasal olarak sağmak) hedefiyle, Hollywood 2015 yılında Inside Out (Terz Yüz) isimli bir Pixar animasyonuyla karşımıza çıktı. Oscar ödüllü bu film, açılış haftasında 90,4 milyon dolar hasılat kaydederek, bir orijinal Pixar filminin en yüksek hasılat yaptığı girişlerden birini gerçekleştirdi. Film “Neşe” isimli karakterin (adıyla müsemma duyguyu canlandırıyor) sorusu ile açılıyor: “Birine bakıp hiç merak ettiniz mi, acaba aklından neler geçiyor?“ Neşe ve arkadaşları Üzüntü, Tiksinti, Öfke ve Korku şanslılar. Birinin aklından neler geçtiğini harfi harfine biliyorlar. Çünkü bu ekip, Riley isimli 11 yaşındaki bir kızın duygusal “kumanda merkezini“ kontrol ediyor.
Filmin kurgusunda bana cezbedici gelen ise şu: Projenin; duyguları, birbirleri ile pek de ilinti olmayan, müstakil tercübelermiş gibi hayal edip onları ete kemiğe büründürerek, bizleri eylem ve söylemlerimiz ardında yatan hissi sebepleri tahlil etmeye davet etmesi. Düşünüyorum da, tıpkı duyguların insan hayatındaki yeri gibi, belki filmin dayandığı bu yöntemsel kolaylığın hikmeti de göz ardı edilmemeli. İnsana dair karmaşık olaylar ve bundan da kompleks ve bilinmez nitelikteki henüz olmamış olanların sırrına erişmek adına benzer bir yönteme başvurulabilir.
Öyleyse bu metodu bir sınava tabi tutalım. Geçtiğimiz hafta tüm dünyayı sarsan, 45. ABD Başkanı ve 47. Başkan Taliplisi Donald Trump’a yapılan suikast girişimi üzerinden, siyasi liderler ölümden dönünce ne yaşarlar ve ne yaşayabilirler, buna o kişilerin duyguları üzerinden bakalım.
Teslimiyet/Huzur


Malum hadise, geçtiğimiz Cumartesi günü (13 Temmuz) gerçekleşti. Trump, Butler/Pennsylvania’daki miting alanında kurulan kürsüye çıkmış, konuşmaya başlamıştı. Söylevinin 6. dakikasında, kürsüden yaklaşık 120 metre öteye konuşlanmış, 20 yaşındaki saldırgan Thomas M. Crooks’un bir AR-15 tipi tüfekle ateşlediği kurşunlarla karşı karşıya kaldı. Kurşunlardan biri Trump’ın sağ kulağını sıyırdı. Eski başkan saldırıyı başka bir yara almadan atlattı.
Trump’ın bu ölümcül tehlikeyi geride bıraktıktan sonraki hareketleri tüm dünyada merakla takip edildi. Zira, insanın ölümle burun buruna gelmesi (yabancıların ifadesiyle near-death experiences) derin psikolojik etkiler yaratabilmektedir. Bilimsel literatüre1 göre bu tecrübelerin özneleri üzerinde genellikle olumlu etkiler gözlenmiştir. Hayata karşı artan bir takdir, diğerkamlık ve şefkat duygusunda yoğunlaşma, maneviyata yönelme gibi… Tabi, bu tip musibetlerin bozucu tesirleri de kaydedilmiş. Travma sonrası stres bozukluğu, endişe, depresyon ve artan ölüm korkusuna bağlı paranoya…
Bir hafta gibi bir zaman dilimi kuşkusuz bu denli dönüştürücü olabilecek bir kırılma anının kişi üzerindeki etkilerini incelemek için son derece kısa bir süre. Öte yandan, bu kısıtlılık, Trump’un bu süre zarfında sergilediği davranışların ne kadar kayda değer olduğunu değiştirmiyor.
Saldırı anından hemen sonra Trump’ı, merhum Özal gibi, atak bir halde gördük. Onu korumak için etrafında etten duvar örmüş Gizli Servis ajanlarını bekletti, ayakkabısını giymekte ısrar etti. Duvarı aştı, sağ yumruğunu yukarı savurarak kitlesine seslendi: “Savaşın!“. İlk anda bıraktığı bu muzaffer imgeden hareketle, kimileri tarafından, Trump’ın siyasi rakiplerine karşı hepten teyakkuza geçeceği okuması yapıldı.
Saldırıyı takip eden saatler ve günlerdeki tavrı ise, bana göre, daha ilgi çekiciydi: derin bir sükut hali. Olayla aynı gün, uçaktan yardımsız indiği görüntüler ve hafta boyunca gazetecilere verdiği bir iki demeçten başka, ortada hiçbir şey yoktu. Demeçlerinde “aslında burada olmayacaktım, ölmüş olacaktım“ diyordu. Böylelikle kamuoyunda büyüyen beklenti, Trump’ın Cuma günü (19 Temmuz) Cumhuriyetçi Parti Kongresi’nde başkan adaylığını resmen kabul edeceği konuşmasında, birleştirici bir mesaj vereceğiydi. Kim bilir, belki Trump tipik bir literatür vakası olarak tarihe geçecek, “bu kadar didiştiğimiz yeter, artık makulün yolunu tutalım“ diyerek normalleşme fitilini ateşleyecekti.
Öyle olmadı. 93 dakikalık konuşması, Cumhuriyetçi Parti kongrelerinde bugüne değin yapılmış en uzun adaylık kabul konuşması olarak kayda geçti. Fakat içeriğinde sürpriz hemen hiçbir şey yoktu. Önemle, Trump son derece vakur, son derece mağrur bir havadaydı. En çok da dini referanslı sözleri o teslimiyetçi tavrını yansıtıyordu: “Bir mucizeler dünyasında yaşıyoruz. Tanrı'nın planını veya hayat denen maceranın bizi nerelere götüreceğini hiçbirimiz bilmiyoruz.“ Fikrimce Trump’un suikast girişimi sonrası haletiruhiyesine dair elimizdeki sınırlı veriler, onun “Tanrı beni amaçlarıma bağışladı“ gibi bir duygu durumu içinde olabileceğine işaret ediyor. Fakat yanlış olmasın, burada gördüğüm şey “unumu eledim eleğimi astım” tarzı bir itidal değil. O gayri mevcut görünen duygu, normalleşme siyasetine zemin hazırlayabilirdi. Diğer taraftan burada sezinlediğim his, Trump karşıtları için tedirgin edici olması gereken, adeta hipnotize olmuş bir müridin kendinden ve yolundan emin oluşudur.
Nitekim Trump’un Cumhuriyetçi Parti’den gelen salıklara kulak asmayarak, başkan yardımcısı adayı olarak, genç senatör J.D. Vance’i, Trump’un sözde fikriyatı MAGA’nın (Make America Great Again) ideologu olması için seçmesi, buna işaret etmez mi?
Öfke ve Korku


Duygularla politika yapmak dendi mi memleket siyasetinin “Büyük Türkiye”den geri kalan bir yanı yoktur. Bizde elini sallasan hastalığında ihmal edildiğini düşündüğü için partileri ısrarla birleştirmeyen genel başkana çarpar, başını çevirsen bir siyasi tutukluyu kişisel nefreti sebebiyle salmayı düşünmediği iddia edilen cumhurbaşkanına rastlarsın.
Ölümden dönmenin politika alanındaki tesirleri dendi mi de Erdoğanlı yıllardaki tecrübemizde adeta bir memba saklıdır. Erdoğan’ın bir duygusal siyasi portesini hayal etsek, buradaki en baskın duygunun koyu bir kırmızıyla ifade edilecek öfke olacağı barizdir. Hakikaten de, Erdoğan dün olduğu gibi bugün de öfkeli bir liderdir. Ancak, kanaatimce, bu öfkenin doğası zaman içinde değişmiştir. Nitekim bir hayatta kalma deneyiminin burada rol oynamış olması da muhtemeldir. 15 Temmuz darbe teşebbüsü gecesi, Erdoğan ve ailesi, Marmaris’te kaldıkları otele üç helikopterle inen 19 kişilik suikast timinden kıl payı kurtulmuştur. Fikrimce, bu andan sonra Erdoğan’da öfkeyi bir “ikincil duygu” olarak görürüz. Öfke, esas serde yatan, korkuyu maskeler. Darbe teşebbüsün halk tarafından bastırılması sonrasında düzenlenen Yenikapı Mitingi’nde Erdoğan’ın kimi sözleri bu bağlamda, bir ölüm temasının ısrarla altını çizmesi yönüyle, düşündürücüdür: “kıyam eden (…) aziz milletim“, “vücudu ikiye bölünmüş kardeşim“, “başı vücudundan ayrılmış olan hanım kardeşim“. Halka dönüp coşkuyla soruyor: “Ölmeye var mıyız?“.
Darbe girişimini Erdoğan’ın, güvenliğinden endişe eden, türlü odakların her an onu hedef alan komplolar kurduğuna samimi olarak ihtimal veren bir duygu dünyasına geçmesinde bir kolaylaştırıcı etken olarak okumak mümkündür.
Bu hissiyat ise Erdoğan’ın “en iyi savunma saldırıdır“ tarzı bir politikayı benimsemesi nedenlerinden biri olmuş olabilir. Saray, korumalar, on dakikalar süren silahlı araç konvoyları, demokratik unsurlar üzerinde uygulanan baskı üzerine baskı. Tüm bunların altında yatanın, emniyetinden ve siyasi gücünden mahrum kalmak endişesi olduğu görülebilir.


Ezcümle, ne hayatta ne de siyasi okumalarda, duyguların yeri yadsınmamalıdır. Bir liderin duygusal kumanda merkezinde hırsın ve öcün yerini korkuya kaptırması onu ateşli bir dava adamı olmaktan alıp kendini korumak için daha da büyümek/güç kullanmak zorunda hisseden birine çevirebilir.
Benzer şekilde, teslimiyetçi bir huzur hali, iyimser bir itidal gibi gizlenip, ardında kimseye ve hiçbir şeye eyvallahı olmayan bir mutlakiyetçi tavrı saklayabilir.
Bu yüzden, duygusal okumalar, liderlerin politik seyirlerinin tersini yüzünü anlamak için değerli bir fırsat sunuyor olabilir...
Tedeschi R, Calhoun L (1995) Trauma and transformation: Growing in the aftermath of suffering. Thousand Oaks, CA: Sage. Tedeschi R, Calhoun L (1996) The Posttraumatic Growth Inventory: measuring the positive legacy of trauma. J Trauma Stress. 9:455–471. Tedeschi R, Calhoun L (2004) Posttraumatic growth: conceptual formulations and empirical evidence. Psychol Inquiry. 15:1–18.