“Nasıl olur ya?“ Hayatlarımızda kimi zaman masum ya da belki daha dürüstçesi safiyane sorgulamalar yapmak için, bu soru cümlesini kullanırız. Nasıl da bu kadar kilo almışım, ne ara gold kart limitim doldu, arayıp sormadığım eş dost nerede şimdi… Hatta yazı dilimizde, bu soruların olanca gevrekliğini yansıtmak için bir de “v” eklenir nidanın sonuna: Nasıl olur yav?
Bu gibi durumların çoğunda perşembenin gelişi çarşambadan bellidir aslında. Bazen ise öyle değildir. Bilgiççe “ben demiştim“ demeye pek yer olmaz. Gene de, soğukkanlı ve akılcı bir tahlille, merak konusu sonuç, ilgili nedenlerine bağlanabilir.
Malumunuz, memleket siyasetinde adı bilhassa koyulmayan bir süreçtir yürüyüp gidiyor. Sürecin isminin ne olduğu sorusu bir kenarda dursun, kamuoyunun bir kesiminde tedirginlik içinde ve bir o kadar da şaşkınlıkla sorulan bir soru var: “Bunlar, Öcalan’ı gerçekten bırakabilecekler mi? Millet de susup izleyecek mi?”
Henüz nereye evrileceği bilinmeyen değişkenler ve tabi beklenmedik gelişmeler saklı kalarak, her geçen gün artan bir ihtimal, bu soruların olumlu yanıtlanmasıdır. Şu anda görünen, iktidarın ciddi bir toplumsal/siyasal mukavemet görmeden, isterse, terörist başına daha geniş bir serbestlik verebilecek olmasıdır.
Düşünün; Devlet Bahçeli Ekim ayında terörist başını TBMM’ye davet ettiğinde, bu birçoklarımız için haddini aşmış, cüretkar ancak her halükarda imkansız bir çıkıştı. Ölü doğmaya mahkumdu. Ne olsa (Türk) Milliyetçi Hareket Partisi’nin kendi vekilleri bile buna itiraz ederdi, gazi ve şehit aileleri ayağa kalkar, millet sokağa dökülürdü. Gel zaman git zaman, bu hafta MHP’li bir milletvekilinden, terörist başının da herhangi bir mahpus gibi “sağlık durumu aksine el vermezse“ çıkarılması gerekeceğini dinledik. İmralı ile ana hatları üzerinde önceden antant kalınmış bir plan bulunduğunu, AKP-MHP-DEM Parti arasında bu süreç konusunda bir uzlaşı zemininin istekle arandığını, şu ana kadarki toplumsal tepkilerin ise ilk, aksi olasılığı peşinen ve bıçkınca reddettiğimiz, tahayyüle kıyasla cılız kaldığını görüyoruz.
O halde gelin, nasıl oldu da bu ihtimal baki oldu, bunun sebeplerini tahlil edelim. Gerçekten de dünden müjdelenmiş (!) bir güne mi bakıyoruz, karar verelim.
Olan Ne?
Önce, olan ne, onu bir tespit etmek gerek. Henüz İmralı kapıları açılmış değil. Hatta Erdoğan’ın bu konuda belirli bir pozisyon almışlığı bile yok. Ne var ki, istenirse bölücü terör örgütü liderinin serbest bırakılabilecek olması, iktidarın oyun sahasının müthiş genişlikteki sınırlarına işaret ediyor. Bugünün “yerli ve milli” Türkiye’sinde, milliyetçi/İslamcı bir iktidar, Öcalan’ın serbestliği üzerinden yürütülür görünen bir süreci medya organlarında tartışmaya açabiliyor, henüz Cumhurbaşkanı o konuda tavır takınmamışken siyasi aktörleri renk belirtmeye zorlayabiliyor ve tüm bunları ciddi bir kamuoyu tepkisini yönetmesi gerekmeden yapabiliyor. Kanaatimce bu, hiper enflasyonla girilen bir genel seçimi kazanmaktan bile daha ilgi çekici, sırrı keşfedilmesi gereken bir hadisedir.
Diğer yandan, geride bıraktığımız 20 yıllık döneme şöyle bir bakıldığında, geçmişte yaşanan ancak geçmişte kalmayan olayların bugünü nasıl (tarihçilerin o güzel deyişiyle) hazırladığı kolayca görülebilmektedir. Hakikaten de, iktidarın geçmiş adımlarının, bugün sahip olduğu geniş siyaset imkanını elde etmek için bir zorunluluk olduğu ortadadır.
Parti İçi Tasfiyeleri Yapmadan Olmazdı
Türkiye hiçbir zaman için ama özellikle 1980 Darbesi’nin mahsulü Siyasi Partiler Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde, parti içi demokrasinin arzulanan seviyeye geldiği bir örnek olmadı. Meclisteki partiler kahir ekseriyetle bir blok olarak, “elleri indir kaldır“ olarak tabir edilen bir birlikle oy kullanageldi. Fakat genel başkanın önerdiği politikayı doğru bulmadığını belirtecek kadar “özgül ağırlığı“ olan isimler sahadan kenara çekilmemiş olsa, yürütme görev ve yetkisini - pratikte 10 olayın belki 1’inde fark edecek olsa bile - bir cumhurbaşkanı ya da başbakanla paylaşma zorunluluğu ortadan kaldırılmamış olsa, Erdoğan’ın hareket serbestisi bugünkü gibi olamazdı. Aynısı iktidar ortağı MHP için de geçerli. Fevkalade pragmatist bir siyasal İslamcı iktidarla yol yürümeyi reddeden Türk milliyetçileri, partilerinden itilmemiş olsalar, Bahçeli kongre korkusuna rağmen bu adımları atamazdı.
Balyoz Davası Olmadan Olmazdı
Bir de tabi güvenlik bürokrasisi… Hayatlarını ortaya koyarak bölücü terör ile savaşmış, bu uğurda büyük kayıplar vermiş olan asker, polis, istihbarat ve tüm güvenlik unsurları ikna edilmeden, iç siyasi hesaplı bir terör açılımının yürütülmesi düşünülebilir miydi? Elbette hayır, tabi, normal şartlar altında. Genelkurmay başkanının terörizm suçlaması ile hapse atılmadığı, “iktidarın sivilleştirilmesi” güftesiyle askeriyenin iç dinamiklerinin sarsılmadığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ebedi başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri olduklarını haykırdıkları için teğmenlerin ihraç istemiyle soruşturulmadığı koşullar altında ancak, güvenlik bürokrasisi kendi alanına dair bu politika konusunda seçilmiş yöneticileri dengeleyici bir kuvvet olabilirdi.
Medya Kontrol Edilmese Olmazdı
Görsel ve yazılı basının ezici çoğunluğu abluka altına alınmamış, kamu yayıncısı TRT bir propaganda makinesine dönüştürülmemiş olsa, terörist başını serbest bırakmaya meyleden Cumhur İttifakı bunu (Erdoğan’ın deyimiyle) manşetlerle çarpışarak yapmak durumunda olurdu.
Barış’lar (Terkoğlu ve Pehlivan), Murat Ağırel, Merdan Yanardağ, Özlem Gürses ve daha birçok isim. Bu isimler hakkında hapis, tutukluluk, gözaltı ve bezdirici soruşturma tedbirleri uygulanmasa, çok daha fazla gazeteci fikirlerini otosansür kaygısı olmadan dile getirir ve kamuoyu oluşturabilirdi.
Gezi Davası Olmasa Olmazdı
Kanımca en önemlisi. Kimisi çevreci kaygılarla, birçokları ise AKP iktidarının baskıcı/demokrasi karşıtı/çoğunlukçu politikalarına karşı ses yükseltmek için Taksim’e ve “her yer Taksim, her yer direniş“ sloganıyla tüm şehir meydanlarına giden milyonlarca insan biber gazı, cop, tekme tokatla karşılaşmasa; bu organizasyonu kolaylaştıran insanlar hakkında kelimenin tam anlamıyla itibar suikasti yapılıp haksız mahkumiyet kararları verilmese; 2025 Türkiye’si hangi iktidar yönetimde olursa olsa, sivil toplum namına böyle mi olurdu?
Zaten tam da bu yüzden, şehir planlamacısı Tayfun Kahraman’ın tabi tutulduğu muamele, örneğin, akıl almaz değildir. Bilakis, eğer ulaşılmak istenen sonuç bugünkü durum ise, bu tutum, adeta mutlak bir zorunluluktur. Kahraman 18 yıl hapse çarptırılmak, hastalığına rağmen işkenceye tabi tutulmak zorundadır. Zorundadır ki mahkumiyetler, sözde hükümlülerle sınırlı kalmasın. “Dışarıdaki” milyonlar da iktidarın ördüğü duvarlar içinde kalsınlar.
***
Güncel anketlerde, Öcalan’ın serbest bırakılmasına yönelik toplumsal destek sadece %20 seviyesinde. Fakat, belirli bir açıdan bakıldığında, iktidarda halka rağmen bunu yapmak gücü var görünüyor. Zira insan sormadan edemiyor: Diyelim teşebbüs ettiler (ki ediyorlar), bunu kim, nasıl durduracak?
Bu meşru soruya zemin veren ortamı, mazideki nice olayların hazırladığı aşikar. Şu halde bugünün gelişi dünden belli miydi? Tıpkı adsız süreç gibi, ismi, ne şekillerde tezahür edebileceği belki tam belli değildi. Ama atıyla Üsküdar’ı geçen iktidar sahiplerinin, hemen hemen kontrolsüz bir güce kavuşmaya doğru dört nala koştuğu apaçık ortadaydı.
Gel gelelim, kim, nasıl durduracak sorusuna cevabın kolayca akla gelmemesi tek başına belirleyici olmayabilir. İktidar partilerinde bile, her zaman açıkça görmesek de, belirli ilkeleri liderlere bağlılıktan üstte tutanlar oldukça; bürokraside içe dönük olarak işini iyi yapmaya devam edenler, dışa dönük olarak da kimi zaman hukuk zemininde bir beyanat veya barışçıl bir gösteri ile varlıklarını hatırlatanlar bulundukça; ablukaya rağmen gazeteciler gerçeği arayıp halka göstermeye devam ettikçe; ve bu ülkenin en geniş kesimini oluşturduğuna inandığım, yorulmuş, sessizleşmiş fakat çalışmakta, iyilikte ve inatla ümit etmeye devam eden milyonlarca insan var oldukça, ustanın deyimiyle, enseyi karartmaya yer yoktur.
Öyle bir olur ki, icabında bu adsız süreç, yarattığı tepki karşısında akamete uğrar. Süreci yürütenlerden siyasi hesabı sorulur. Biz de o gün dönüp tekrar, sanki bugünler yarını hazırlamamış gibi, ifadenin olanca gevrekliğiyle soruveririz: nasıl oldu bu yav?