

Kahramanın yolculuğu. Don Kişot gibi klasik bir eserden, Görevimiz Tehlike misali zamane Hollywood filmlerine kadar bizi kendine çeken hemen hem hikayenin ortak bir yapısı, bir akışı olduğundan bahsedilir. Anlatı bilimi bu şablona “kahramanın yolculuğu” diyor. Buna göre ana karakter önce bir maceraya atılır, sonra belirleyici bir kriz anından muzaffer çıkar ve nihayet eve döndüğünde artık değişmiş dönüşmüş bir kişidir.
Galip kahramanların öykülerini takip etmek belki de bu yüzden daha kolaydır. Peki ya kaybeden “kahramanların” yolculukları… Kahraman olarak yola çıkıp da engebeli ve dik patikaların bir yerinde alkışları susturmuş, savaş alanından mağlup ayrılmış figürler… Onların hikayelerinin de ortak bir şablonu var mıdır? Bana kalırsa, Tolstoy’un işaret ettiği mutlu ve mutsuz aile hikayeleri arasındaki farka benzer şekilde, yitip giden her kahramanın yenilgisini kendine özgü kabul etmek mümkündür.
Dizinin ilk yazısında serimine baktığımız Akşener’in siyasi liderlik öyküsü de kahramanın yolculuğuna benzer tipik yapısal özellikler gösterir. Öte yandan bu yazıda üzerine eğileceğimiz kayboluş öyküsünün alışılagelmiş bir akışı olduğu söylenemez. Fakat merak buyurmayın! Ana karakteri şaşırmış bir hikayeden de çıkarılacak değerli dersler olabilir. Akşener’in büyük liderlik potansiyelini yitirişi bin nasihattan evla çıkarımlar sunuyor mu, gelin siz karar verin…
Bir Yıldız Kayıp Giderken…


Akşener’in yitirilen liderlik potansiyelinin izini sürmek için, aynı hikayeye ait olduğunu kabul etmesi güç bu iki fotoğraf karesi arasındaki öykünün kimi önemli bölüm başlıklarına bakalım:
“O Yapar, O Mani Olur“: Seçim sath-ı mailinde geçirdiğimiz yıllarda Millet İttifakı’nın adayı ve Akşener dendi mi, geniş toplumsal muhalefetin aklına, diline gelen bir söz vardı: “Ne yapıp eder engeller o!“ Birçoklarınca arzu edilmeyen ve hatta endişe duyulan Kılıçdaroğlu adaylığına Akşener’in her halükarda mani olacağı, iki büyükşehir belediye başkanının önünü açacağı beklentisi hakimdi. Üstelik sadece seçmen değil, Akşener’in anlatımına göre kimi CHP’li yöneticiler dahi İYİP liderine bu vazifeyi biçmişti. Başka bir deyişle, devrin koşulları Akşener’e yepyeni Türkiye’nin birinci değil ama ikinci en önemli mevkiini vaat ediyordu. Buna göre (teşbihte hata olmaz) Asena henüz tahta çıkamayacaksa da sultana tacını giydiren olacaktı. Toplumdaki bu beklentinin büyümesi, Akşener’e bu temelde açılan kredinin artması, boşa çıkan umutların faturasını da ağırlaştıracaktı.
İpleri Bırakan “Başbakan”: Muhalefetin adayı düğümünün Akşener tarafından çözüleceği beklenen bu dönemde, adaylık tercihleri konusunda seçmenin nabzını tutan araştırma şirketlerinin ağırlıkla ölçümlediği isimler arasında İYİP lideri de yerini alıyordu. Hatta duruma ve tarihe göre Akşener’in Kılıçdaroğlu’ndan önde geldiği anketler bile olurdu. Zaten kendisi Kılıçdaroğlu, Yavaş ve İmamoğlu gibi diğer olası aday isimlerinin aksine 2018’de kantara çıkmış, %7,3 oy oranı ile de tartılmıştı. Tüm bunların beraberinde getirdiği Akşener’in “doğal adaylık“ statüsü ilerleyen dönemde onun elindeki elzem ve işlevsel bir koz olacaktı. Örneğin adına Altılı Masa denen siyasi elitler sofrası İYİP’in tespit ve tasavvuruna ters bir adayda diretirse Akşener kendini aday olarak ileri sürebilecekti. Oysa o, kendisinden beklenmeyen bir şey yaparak adaylık tartışmasının daha başlarında altını çize çize adaylıktan feragat etti. Ne için? Halihazırda bulunmayan bir makama (başbakanlığa) talip olduğunu ilan etmek ve ittifakın olası adayları hakkında alacağı tutumların samimiyetini (gayri şahsi niteliğini) ortaya koymak için. Bu hamle büyük bir hata olarak kayda geçti. Zira 3 Mart 2023’de masadan kalkan/kalkmak zorunda kalan Akşener’in elinde gösterebileceği bir aday tam da bu sebepten olmayacak, Akşener cumhurbaşkanı taliplilerini televizyonlardaki tartışma programlarında arayacaktı.
Sıfır Sorun - Sıfır Etki Politikası: Feragatten sonra Akşener’in Erdoğan devrine karşı savaşı kazanan “o güzel komutan“ olmayacağı ortaya çıktı. Fakat hala mücadeleyi kime kazandıracağını belirleyebilirdi. İşte bu şartlar altında Akşener, masa arkadaşı dış işleri bakanı ve başbakan Davutoğlu’nun “Sıfır Sorun“ diye başlayan ve sonra “Değerli Yalnızlı[ğa]“ evrilen dış politikasından mı feyz aldı bilinmez, adaylık konusundaki beklentilerini hiçbir zaman açık ve net ifade etmedi. Kitabın ortasından değil karından konuşmayı tercih etti. Hal böyle olunca “Kılıçdaroğlu’nu istemiyoruz“ demenin yolu “kazanacak aday“ kavramının icadında bulundu. Böylelikle Akşener ve liderliğindeki İYİP ne kamuya dönük olarak muhalefetin adayına dair demokratik bir taban tartışmasının önünü açtı ne de özelde (yani Masa toplantılarında) bu konunun usulünce ve vakitlice gündeme alınmasını sağladı. Bu şekilde günler günleri, aylar ayları takip etti ve adı konmamış Kılıçdaroğlu adaylığı bu belirsizlik içinde (daha doğru onun sayesinde) varlığını koruyabildi. 6 Şubat Kahramanmaraş depremleri ve 3 Mart Altılı Masa sarsıntısı geride kaldığında artık muhalefetin elinde bu mahcup adaylık haricinde hiçbir şey kalmayacaktı.
Al Oturmasını Vur Kalkmasına: Bugünden geriye bakıldığında İYİP’in neredeyse sembolik bir oy oranına sahip Demokrat Parti ve diğer “küçük partiler“ ile eşit olarak bir masaya oturması siyaseten yanlış görünüyor. Akşener imzaladığı bu ortaklık sözleşmesinin koşullarını başta iyi müzakere etmemiş duruyor. Nitekim masaya oturuşundan pek görülmeyen hayır, masadan kalkışında da yoktu. Akşener’in 3 Mart konuşması “yanlış üslup doğru sözün celladıdır“ deyişine örnek olsun diye yazılmış gibiydi. Bir tarafta masada adaylık için adı öne sürülen Kılıçdaroğlu’nun muhalif lider kimliğine sahip çıkmak öte yandan seçimin selameti için toplumun adayının iki büyükşehir belediye başkanından biri olduğunu söylemek ve akabinde yarınki Altılı Masa toplantısında bunu savunacağının sözünü vermek, bu fikirde olan herkesi de düşüncesini beyan etmeye çağırmak varken Akşener ne yaptı? “Erdoğan ölümse Kılıçdaroğlu sıtmadır” dedi ve “noter masasındaki” kişisel ikbal hesaplarından, kuyruklu yalanlardan bahsederek döktü dağıttı. Ve yalnızca 72 saat sonra, Demirel’in Türk siyasetinin akış hızına dair tespitinde az bile söylediğini göstererek, kesinkes karşı olduğu Kılıçdaroğlu adaylığını tasdiklemek üzere noter masasına döndü.
Peki tüm bunların neticesi ne oldu? Bir kısmı Akşener’in masadan kalkışında bir kısmı masaya yeniden oturuşunda kaybedildiği söylenen %7 civarında seçmen desteği, bunun parlamento aritmetiği üzerindeki esaslı etkisi, “üçüncü yol“ arayışındaki seçmenin kendini bir muamma olan Sinan Oğan isminde bulması ve evet belki de seçimlerin muhalefet tarafından kaybedilmesi…
İşte bir siyasi liderlik potansiyelinin ziyan edilişinin hikayesi ve bunun sonuçları. Baktığımız bu olaylar silsilesi bir anekdot olmaktan çok daha fazlası kanımca. Bu, içinde memleket siyasetine dair önemli dersler barından bir yanıyla ibretlik bir öykü. Akşener’in ya sokağın sıklıkla ismini fısıldadığı Yavaş’a ya da “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” efsanesini yeniden yaşatacak şekilde İmamoğlu’na tacı giydirerek bu devri kapatmakta kilit rol oynamak varken, Kılıçdaroğlu ve liderliğindeki CHP tarafından kendi ifadesi ile “bir dayatmaya mecbur edilmesi“ ve şimdilerde bunun acısını “Hür ve Müstakil siyaset“ dediği bir tavır ile çıkarmaya çalışması bana göre birçok şey söylüyor: Seçim mağlubiyetinin izahatı tek başına “halk böyle n’aparsın“ ezberine indirgenemez. Stratejik hataların ve hatta münferit karakterlerin kişisel özelliklerinin bu sonuçta azımsanmayacak bir etkisi olması muhtemeldir.
Evet, hikaye mağlup bir kahramanı anlatıyor. Ama memlekete dair değil mi, içinden umudu eksik etmiyor. Akşener’in uzandığı o meyveyi kopar(a)maması ağacın çıplak olduğu anlamına gelir mi sahiden? Belki de gelmez. Belki de birçoklarımızın öykündüğü o güzel son çoktan yazıldı. Sadece uygun kahramanı bekliyor…
Dizinin son yazısında dünü ve bugünü bırakıp yarına uzanalım. Bu kişisel öykü, milyonların hikayeleri ile nasıl etkileşim kuracak, buna kafa yoralım…