“Ne“ değil “ne zaman“… Bazı olayların gerçekleşmesinde öyle bir mana vardır ki, insan istediği kadar o hadisenin ufukta olduğunu bilsin, gene de yaşandı mı şaşırır, üzülür, sevinir. Yaşananı anlamlandırır yani... Mesela doğum böyledir. Ana baba, dile kolay, dokuz koca ay bekler çocuğun gelişini. Ama o anın hangi güne rastladığı o denli önemlidir ki, “doğum günü” denir ona. Hakeza ölüm de aynıdır. Vakanın kesin oluşu, idrak edildiği andaki kedere çare olmaz.
Dün yaşanan da böyle bir olaydı bana göre. Aylardır süren ve seçilmiş Hatay milletvekili Can Atalay’ın şahsında somutlaşan anayasa/devlet krizinde yeni bir sahne izledik. Yargıtay 13. Ceza Dairesi üyelerinin anayasaya başkaldırarak verdiği kararlara dair yazı sonunda TBMM Genel Kurulu’nda okundu. Böylece Atalay’ın milletvekilliği resmen düşürülmüş oldu.
Meselenin hukuki ve siyasi vahametinden sebep, bu hamle hemen birçok tepki doğurdu. Siyasiler kınama açıklamaları yaptı, vatandaşı bu tavırla mücadele etmeye çağırdı. Yurdun pek çok yerinde protesto amaçlı toplantılar, gösteriler düzenlendi.

İstanbul’da ise Atalay’ın partisi TİP ile Özgür Özel başkanlığında alan siyasetine dönmeyi hedefleyen CHP, Beşiktaş Meydanı’nda bir toplantı gerçekleştirdi. Haberi aldıktan sonra buraya geçtim.
Ne Gördüm?
Basın açıklamasına dair izlenim ve düşüncelerim:
Cılız Kalabalık: Meydanda hepi topu bir iki yüz kişi toplanmıştı. Kuşkusuz yağmurlu bir hafta içi akşamı yalnızca birkaç saatte mitingi aratmaz bir kitleyi bir araya getirmek kolay iş olmasa gerek. Öte yandan sadece CHP’nin İstanbul’da 289 bin üyesi olduğunu unutmamalı. Bu denli önemli bir tepkisel toplantı için örgütün yüzde birinin bile harekete geçirilemediğini bir kenara not edelim.
Nitelik Sorunu: Saat 20:00’de kameraların karşısına önce TİP temsilcileri geçti ve onları CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik izledi. Akabinde ise alana gelmiş çeşitli sol siyasi parti ve fraksiyonlardan yetkililer söz aldı. Bilhassa bu ikinci grubun söylemlerini değerlendirdiğimde meseleye dair gerek tespit gerek tedavi önerilerinde nitelik yönünde ciddi noksanlar olduğunu görmek işten değildi. Saptamalar ile başlamak gerekirse, çoğu parti mensubunun gözlemleri şu yönde toplanıyordu: “Gün geçmiyor ki AKP’nin bir hukuksuzluğu ile karşılaşmayalım“, “Gezi’nin öcünü almak istiyorlar“, “Bu karar ile ortada bir hukuk devleti kalmamıştır“… Bunların tümü doğru olabilir. Fakat az biraz gazete karıştıran ya da haber kanalları “zap”layan biri bunu görüp söyleyebilecektir herhalde. Bana göre bunlar durum tespitidir ancak siyasi söylem değildir. Sade bir vatandaş değil, bir siyasetçi olarak meseleye dair fikir serdedecekseniz, söyleminizin politik bir işlevi olmalı. Bu, iktidar blokunu bölerek güçsüzleştirmek olabilir mesela. Belki de kararı okumamak için yurt dışında olan TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ile kararı okurken kendisine anayasa kitapçığı fırlatılan Bekir Bozdağ arasında veyahut AKP ve MHP safları arasındaki ayrılıklardan dem vurulamaz mı? Devamla, toplumsal muhalefet için endişe ve keder gibi duygular çağırıştıran bu olaya karşı halka umut aşılayan bir söylem geliştirilir ise eğer, politik fonksiyona sahip bir açıklamadan bahsedebiliriz diye düşünüyorum. Örneğin iktidara bu kararı aldıran hissin korku olduğunu seçmene anlatmak, kırılmaz görünen bu yapının ne denli kırılgan olabileceğini ortaya koymak yerel seçimler öncesi bir ümit fitili ateşlemez mi? Asgarisi bu olması gereken vasıfta bir söylevi dün Beşiktaş Meydan’da dinlemedim.
Siyaset Vurgusu: Diğer taraftan en olumlu gördüğüm husus, muhalif siyasilerin baskıcı bir iktidar ile mücadele etmek için politika yapmak gerektiği bilincinde olmasıydı. Fikrimce bu bir kazanımdır. Zira çok değil kısa zaman önceye kadar ana akım siyaset, çözüm yöntemi olarak sadece ve sadece sandığı işaret ediyordu. Ancak kazananın tüm gücü ele geçirdiği Türk tipi başkanlık sisteminde, kurumsal muhalefetin yönetim erkine ortak olmasının yolu aktif siyasetten geçiyor. Alanda olmak, barışçıl ve kitlesel etkinlikler ile iktidarın hareket alanını kısıtlamak, kapı kapı propaganda yaparak kanaat oluşturmak ve değiştirmek... “-Ne zaman siyaset yapacağız abi? +Şu seçim bir geçsin de…“ minvalindeki bir fikriyatın söz alan aktörlerce benimsenmediğini görmek sevindiriciydi.
Mevcut anayasa krizinin vahameti ortada. Üzerine biraz düşünmeye gör, içinden kolay çıkılmayacak bir sorunlar kümesi karşıya çıkıyor. Öte yandan genç ve kalabalık bir nüfusa sahip, oldukça stratejik bir coğrafyaya konumlanmış, azımsanmayacak doğal kaynaklara ve iyi kötü yüz yılı aşkın bir modernleşme ve demokrasi tecrübesine sahip memleketin bu skandal hamleleri kaldırması mümkün değil. Zaten kaldıramıyor da. O yüzden dönüşüyor. Bilim ve akıl yerine izansız kişisel tercihlere dayanan ekonomi politikalarını Türkiye, büyüyen ve G20’ye üye olan bir orta gelir ülkesi olarak taşıyamadığı içindir ki kısa sürede bir hiperenflasyon ülkesine ve Mahfi Eğilmez’in geçtiğimiz hafta “müjdelediği” üzere skimpflasyon/shrinkflasyon/greedflasyon ülkesine dönüştü. İnsan ülkenin geçmişini ve potansiyelini düşündükçe tüm bu yaşananlar reva mı diye sormaktan kendini alamıyor. Değil tabi! Yaşadıklarımız müstahak belki, ama reva değil.
Bu hukuk garabetine karşı Beşiktaş Meydan’da toplanan o cılız kabalığı ve kısa konuşmalar yapan siyasetçilerin söylemlerindeki vasat politik niteliği görünce düşündüğüm şey “sahipsizlik“ ve “sahip çıkmak” kavramları oldu. O güzel atlara binip gitmiş, fiziksel olarak değilse de zihnen gitmiş, güzel insanlar ve yurdun onlara yaptığı geri dön çağrısı. Sanki Türkiye hepimizin okuduğu bir gazeteye üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla bir ilan veriyor: “Aranıyor: Bir Ulus Aranıyor! Bir İrade, Bir Muhalefet Aranıyor!“.
Görmek lazım ki, tecrübe edilenlerin hemen hepsi bir imece çalışmasının ürünü. Yani sorunda da paydaşız, çözümde de. Varlığını bildiğimiz sorunları çözmek, kötü durumları iyileştirmek için örgütlüce sorumluluk almaya mecburuz. Ama bir siyasi partide ama bir dernekte, sendikada, iş yerinde. Görmek istediğimiz değişim için beraberce, ümitvar bir tavırla ve planlı biçimde çalışmak gerek görünüyor. Bunu yapmalı ki, bu vatana reva olmayan hadiseler artık müstahak da olmasın…