10 Kasım
Anmayı Anlamak Üzerine
Saat, sabah 8 civarı. Dolmabahçe’ye gitmek üzere evden çıkıyorum. Metroda dört İTÜ öğrencisi arkadaş ile karşı karşıya oturuyoruz. Üzerlerinde siyah paltolar ve altlarında aynı renk pantolonlar var. Muhtemelen, diye içimden geçiyorum, aynı durakta ineceğiz.
Kabataş yolunda sayımız artıyor. 08:45 füniküler seferine yetişmeye çalışanlar arasında “M. Kemal Atatürk” imzalı bez çantalar, Atatürk baskılı tişörtler seçiyorum.
Kabataş’ta bizi O’nun sesi karşılıyor. Kulaklarımızda 10. Yıl Nutku ile Saat Kulesi’ne doğru ilerliyoruz: “Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.” Sokak boyunca akıp giden insan seli içinde biz, işittiğimiz bu sözün, söylendikten 91 yıl sonra o günkü gibi geçerli olduğuna şahitlik ediyoruz.
Artık, anmaya gelen insanların “seçilecek” bir hali kalmamış. Aynı duyguda buluşmuş binlerce insan hep birlikte yâdın o dakikasını bekliyor. Arada, annelerine “Atatürk’ü görecek miyiz?“ diye soran çocuklarla, Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasına bırakmak üzerine yanlarında bir tek kırmızı karanfil getirmiş gençlerle, evlatlarının koluna girip bastonlarıyla kalabalığı yaran büyüklerle göz göze geliyoruz. Etkilenmemek elde değil tabi. Yaşlı gözler bir diğer çift ile buluştu mu, diğeri de nasibini alıyor. Bu kısacık an, o yer yer hasretini çektiğimiz, ona susadığımız duygudaşlığın ne de güzel bir ifadesi!
Yelkovanla akrep arasındaki açı tam 242,5’u bulduğunda, meşhur ifadeyle, hayat duruyor. O an herkes kendisiyle ve O’nun hatırasıyla baş başa kalıyor. Kimisi bir sevdiğini özler gibi, yüreğinde hasret buluyor. Bazısı büyük bir minnetle adeta hafifliyor. Bir diğeri için bir muhasebe anı başlıyor: “Layık olabiliyor muyum?“… Aslında Dolmabahçe’deki binler, Türkiye’deki milyonlar olarak her birimiz, bu duyguların bir harmanını 60 saniye içinde yaşayıp gidiyoruz.
Derin suskunluk sol notasıyla bozuluyor. Hep bir ağızdan gürce marş söylerken, kendimize ve birbirimize diyoruz sanki: Korkma!
O’nun başını koyduğu yatağa bir karanfil bırakabilmek için, yağan yağmurun altında saatlerce, en ufak bir huzursuzluk çıkarmadan bekleyen binlerce insanı; her yaştan, kökenden, meşrepten yurtseveri gördükten sonra insan bir an naifliğe teslim olup soruveriyor: Hakikaten ya, var mı korkacak bir şey?
10 Kasım’da Atatürk’ü anmak, birçoklarımız gibi benim için de oldukça hisli ve bu yönüyle idraki ve tarifi güç bir tecrübe. Bu sene, özellikle bu anma duygusu üzerine tefekkür ederken kendimi buldum. Hissettiğimiz bu duygular basit bir öğreniliş ile, bir “doktor doktor kalksana“ ezberi ile açıklanabilir mi? Kanaatimce, hayır.
Zira mesele sadece senede bir dakika ayakta dikilip durmaktan ibaret olsa, insanın omzundan düşen, kolları bol gelen bir ceket misali, gönülsüz bir vazife telakkisinden bahsedebilirdi belki. Fakat gerçekte, her birimizin ölçülerine uygun ve kendi rengimizi tarzımızı yansıtır şekilde dikilmiş birer elbise gibi duran anma tecrübeleri var karşımızda. Öyle ise, bu nasıl oluyor da olabiliyor?
Bana göre bu hal, “Atatürk gerçeği” ile ilgili. 10 Kasım deneyimlerinden söz ederken, toplumsal ve bireysel olanın birbiri içine girdiği bir duygu durumunu ele alıyoruz. Atatürk’ü anarken ferdi ve içtimai sınırların belirsizleşmesi bize tüm çıplaklığı ile gösteriyor ki; Atatürk, bizlerin bireysel gerçekliğinin bir parçasıdır. Kendimizi, yurdumuzu, zamanımızı nasıl anladığımız ile Atatürk’ün doğrudan ilgisi bulunmaktadır.
Hakikaten de, kullandığımız alfabenin kabulünde, öğrendiğimiz kimi geometrik şeklin isminde, bizlerin/ailelerimizin/arkadaşlarımızın eğitim gördüğü okullarda, sporda, sanatta, siyasette - bırakalım tüm bunları - hemen her sofrada yeri olan bir kişi nasıl içselleştirilmez?



Modern Türk’ün kim olduğu konusunda en etkili sözü söylemiş olan Atatürk’tür. O bize, memleketliyi bir tutkal gibi bir arada tutmaya müsait bir tarihsel miras bırakmıştır. Mamafih bu tip liderlerin emsallerine dünya tarihinde rastlamak mümkündür. O’nu eşsiz kılan özelliği, bugün tekrar deneyimlediğimiz Atatürk gerçeğinin zaman ötesi mahiyetinde saklıdır. Bu figür, yalnızca ortak mazimizin bir kahramanı değil, gündelik mücadelenin bir unsuru ve dahası yarına dair bir ufuktur.
Bu sebeple Atatürk, bizle, bizden önce gelenler ve sonra geleceklerle hemhal olmuştur. Fikrimce, her 10 Kasım yaşadığımız bu tarife muhtaç hadisenin bir izahatı da budur. Şaşırmamalı ki, benim için güncel bir düşünsel sorun olarak beliren bu sorunun yanıtı yine O’nun tarafından verilmiştir:
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur.“
***
Bahsi geçen birinci Mustafa Kemal’i saygı, sevgi ve (her nasıl oluyorsa) özlemle anıyorum…
İkinci Mustafa Kemal ise anılmak değil, anlaşılmak gerekiyor. Yaşamak ve yaşatmak için…
Çok yaşa Mustafa Kemal!



